Telefon
WhatsApp
HALLAC-I MANSUR
Hax

HALLAC-I MANSUR

Erol Yılmaz  16.Mayıs.2021

Ben Şark’ım kendimle barışığım,

Fakat asırlardan beri derin bir uykudayım.

Kim bilebilir, neler olacağını

Uykumdan uyandığım zaman.”

922 yılında Bağdat’ta zındıklıkla suçlanan bir adam, mollaların verdiği bir fetva ile çarmıha gerilmiştir.Suçu, Allah ile olan özel ilişkisini halka açıklamaya cüret etmesidir. Bazıları için ise; Şiiler,Maniheistler ve Hindular gibi “güvenilmez unsurlarla” yazıştığı için bir devlet düşmanıdır.“Meydanın ortasına kurulmuş olan tahta bir sehpanın üzerinde, yine aynı şekilde tahtadan yapılmış bir çarmıh bulunuyordu. Üzerine ise bir insan gerilmişti.Kurban en azından altmış yaşlarında, cılız,sarı- buruşuk derili, bembeyaz saçlı bir ihtiyardı.Karmakarışık uzayan beyaz sakalı, onun uzun süredir zindanda bulunduğunu gösteriyordu. Vücuduna düzensiz olarak dağılmış bulunan kırmızı lekeler ise acımasız işkence izleriydi. Yüz ifadesinden adamın derin bir hüzün içinde olduğu belli oluyordu, ama bu çehrede korkudan eser yoktu. Bir eli kesilmiş olmasına rağmen, acı çektiğine dair herhangi bir emare göstermeyen adam, etrafına insanı büyüleyen bir kudret saçıyordu.“Bu adamın suçu nedir?” diye sorulan soruyu, yanıbaşında olanlardan biri öfke ve hiddetle; “Bunu nasıl bilmezsiniz? O adam Allah’a küfretti, hatta kendisini Allah yerine koydu. Ölümü fazlasıyla hak etti. Ben ilahi gerçeğim diyor. Böyle bir adam ölümü bir değil, binlerce kez hak ediyor” diyerek yanıtladı. İlk sıralarda ve tahta sehpanın önünde bekleyen kişiler, ölüm mahkumunun ailesi, yakınları ve talebeleri olmalıydı. Kalabalığın bu ön saflarından ağıtlar yükseliyordu. Bu arada çarmıha gerili adam kısık ve etkileyici bir sesle, “Ben ancak ölürsem yaşayacağım” diyerek dostlarına ve talebelerine artık ağlamamalarını tembihledi. İşkence gören yaşlı sufi, 858 yılında İran’ın Fars eyaleti Tur köyünde doğdu. El- Hüseyin İbni Mansur, çok küçükken bile son derece zeki bir çocuk olarak çevresinin dikkatini çekti.Kuran’ı kısa zamanda hatmederek çocuk denecek yaşta Kuran hafızı oldu. Kutsal Kuran ayetlerini yorumlama ilmi olan tefsir konusunda uzmanlaştı.Genç Hüseyin, aile köklerinin bulunduğu sihir, büyü ve sırlarla örülü coğrafyada, iyi ve kötü, doğum ve ölüm gibi güçlü karşıtlıkların farkına varmıştı.Büyüdüğünde, Dicle Nehri’nin denize döküldüğü Huzistan bölgesinde, hayatlarını pamuk ekip, çapalayıp, toplayıp ve atarak kazanan insanlara karıştı, bir süre sonra Hallac Hüseyin, (Hallac-ı Mansur) olarak olarak çağrılmaya başlandı.Biraz daha büyüdüğünde, Allah sevgisini öğrenmek üzere annesini, babasını, kardeşlerini ve yurdunu terk etti. Atalarının mesleği olan hallaclık ona göre değildi.Onun isteği kalplerin hallacı olmaktı. Böylece, pamuklu ve kıl elbiseler giyen ve fakirlik vaaz eden adamlara katıldı.İlk olarak, Irak Tustar şehrinde Sahl el-Tustari’nin müridi oldu. Gerçeğe olan dinmek bilmez susuzluğu onu Basra, Bağdat gibi ilim alanlarında başka bir hoca arayışına yöneltti. Basra’da Amr İbni Osman’ın, ardından Bağdatlı Cüneyd İbni Muhammed’in öğrenciliğini seçti. Mekke’ye gidip hac görevini tamamladı. Cüneyd Hoca’nın bir dersinde, Allah ve insan, yaratan ve yaratılan arasındaki sonsuz büyüklükteki mesafeden söz edilirken, Hallac “Ben ilahi sevgiyi kavradım! BEN YARATICI GERÇEĞİM!” dedikten sonra sözlerini heyecanla bir kez daha tekrarladı: ENEL HAK! ENEL HAK! Ogünden sonra Hallac ismi Bağdat’ta en az halife el-Muktedir ve annesi Şaghab kadar sık telaffuz edilir oldu. Onun büyük küfrünü neredeyse duymayan kalmamıştı. Hallac ise skandal niteliğindeki sözlerinden sonra giderek daha esrarengiz bir adam olmaya başlamıştı.İsmaililere mi katılmıştı yoksa? O bir asi miydi? Günün birinde fazla gürültü koparmadan şehri terk etti, sadece en yakın talebe ve dostlarına dünyaya açılmak istediğini söyledi. Önce Basra’ya ardından Hindistan’a gitti. Yüce İslam’dan çok uzakta olmalarına rağmen, başka sözler ve kavramlarla olsa bile Hintlilerin ruhani düşüncelerinin, dostları ve hocaları tarafından savunulduğunu gördü. Hallac, öğrenme merakıyla Hindistan’ı, Maniheistlerin ülkesini ve neredeyse İslam dünyasının yarısını karış karış gezdi.Tartışmak yerine, hak dini İslamı yayma konusunda sanki bitip tükenmek bilmeyen bir güçle doluydu. Koşulların uygun olduğu her fırsatta Bağdat gelenekleri uyarınca vaaz ediyor, Allah’ın ve dünyanın birliğinden bahsediyor, kendisini hayranlıkla dinleyen insanlara mistik ilahi aşk konusundaki düşüncelerini anlatıyordu. Yeniden Bağdat’a döndüğünde Abbasi halifesi el- Muktedir’in annesi Valide Sultan Şaghab’ın hastalığına çare için saraya çağrıldı.Hallac, valide sultanı iyileştirmişti. Bunu yaparken de bilinmedik hiç bir yöntem kullanmamıştı. Ne büyücülük, ne anlaşılmaz kelimeler ve sözler ne de aşırı düşünce ve kavramlar. Böylece Hallac kendini ‘Barış Şehri’nde güvende hissederek manevi özgürlük yolunda çalışma hayali kurarken; düşmanlarının entrikalarını aklına bile getirmiyordu. Hallac’ı hedefe koyanların görevi, Abbasi halifesinin emri altındaki cemaat-ı müslimin yaşantısını kutsal yasanın emir ve kaidelerine göre düzenlemekti.Onlar toplumun iyiliğini istiyordu. Hallac’a isnat edilebilecek öyle fazla bir suç yoktu ortada. Yasa aleyhine konuşmadığı, insanları açıkça yasayı çiğnemeye davet etmediği biliniyordu. Fakat ya öğretileri yanlış kafalara girecek olursa? Ya her önüne gelen kendisini peygamber ilan edip yasayı çiğnemeye kalkarsa? O zaman Hallac’ın bir suçu olmaydı: ‘Yasaya özel şekilde karşı gelmek.’ Hallac, başlangıçta sadece göz hapsinde tutuldu. Bu durumun sonun başlangıcı olduğunu anlamıştı.Tutukluluk koşulları ağır değildi. Halife el- Muktedir’in annesi Şaghab, aralarındaki eski dostluğun hatırına ona en iyi şekilde bakılmasını emretmiş ve yazı malzemesi göndermişti.Hallac tüm yaşamı boyunca yazmıştı. Şu anda yazmasına izin verilmemesi onun manevi ölümü demekti. “Sanki içimdesin, ey mukaddesim Yönelir de kalbim bazen gayrısına

Korkuyla titrerim, tutulur sesim

Ürpererek yine dönerim sana.

Şimdi ben uzakta yapayalnızım

Hayat mahpesinde bitmiyor sızım

Yüce Mevla, şudur senden niyazım

Bu hapisten çağır beni yanına.”

Merkez hapishanesi yakınlarında bulunan Bağdat Temyiz Mahkemesi’nde içlerinden birinin Hallac’a sempati beslediği, ya da en azından hukuki açıdan desteklediği bilinen başkentin en tanınmış üç kadısı, el- Hallac vakasında hüküm vermek üzere bir araya gelmişti. Saatler süren yargılama sonunda kadılardan biri, halkın bir beraat kararı durumunda nasıl tepki verebileceğini, Başkadı’ya şöyle ifade etti: “Ya halk kutsal Kuran şeriatının uygulanması için ayaklanacak olursa? O zaman bu işin sorumluluğunu kim üstlenecek? Sen mi, biz mi? Bu kişinin sen olacağından hiç şüphe yok; çünkü bizim üstümüzde yalnız sen varsın, senin üstünde ise yalnızca halife -Allah ona uzun ömürler ihsan etsin.” Abbasi hanedanının değil ama halkın kolay alevlenen ve zorlukla söndürülebilen öfkesinin gölgesinde, akşam olduğunda karar önce Hallac’a sonra da halka okundu: Sanık dine küfretmekten ve insanları isyana teşvik etmekten suçlu bulunmuştu. Cezası, idamdı. Hallac’ın küllerinin nerede olduğunu kimse bilmiyor ve kimse bilmeyecek. Söylentiye göre kızı Hallac’ın ölümlü vücudunun kalıntılarını Dicle’ye savurmuş ama bunu gören kimse yok…

Kaynak: Wolfgang Gunter Lerch , “Bağdat’ta Ölüm/Hallac-ı Mansur” (tarihi roman/ Yurt kitap- yayın) 

0 Yorum

Henüz Yorum Yapılmamıştır.! İlk Yorum Yapan Siz Olun

Yorum Gönder

Lütfen tüm alanları doldurunuz!

Anket

ALTINBAŞ Kuyum
OPET

E-Bülten Aboneliği